29 Nisan 2013 Pazartesi


ABRAHAM LİNCOLN’DAN OĞLUNUN ÖĞRETMENİNE MEKTUP

“Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: ‘her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.’ Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını.

Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı. Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.

Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret ona, fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret. Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.

Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, çeliği ancak ateş saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.

Bu, büyük bir taleptir; çünkü ben OĞLUMUN KÜÇÜK BİR İNSAN OLMASINI İSTEMİYORUM.

Osmanlılarda Arma





Türklerde ve Osmanlılarda Arma – Osmanlı Arması



Arma silah anlamına gelmekte olup denizcilik terimleri arasında kullanımı yaygındır. Istılahi

 anlamı ise, bir şahsa bir aileye bir şehre, bir hükümdar veya devlete mahsus ve değişik 

anlamlar ifade eden renkli, şekilli alamet demektir. Türkçe de arma sözcüğünün hem kelime

 hem de ıstılahî manası kullanılmaktadır. Fakat silah anlamında kullanılabilmesi için özellikle 3 

parça silah (tüfek, kılıç, mızrak) olması ve duvarda asılı durması gerekir. Bu manadaki armanın

 eski Türkçe karşılığı ise ”ongun”dur. Farsça “nişan” ve Arapça “alâmet” de aynı anlama

 gelmektedir.

Türklerde Avrupa da yaygın olduğu şekilde bir arma usulü bulunmamakla birlikte, arma olarak 

kabul edilebilecek bazı nişan ve alametler vardır. Ancak Türk boylarında arma olarak hangi 

şekil ve nesnelerin kullanıldığına dair pek fazla malumat yoktur. Fakat arma yerine kullanıldığını

 söyleyebileceğimiz tuğ, bayrak ve tuğra mevcuttur.

Tuğ, adet bakımından hanın alâmeti hüviyetindeydi. Hakan yani hanların hanı, dokuz tuğ

 sahibiydi. Tuğ Osmanlılarda aynı hususiyeti muhafaza ederek kullanılmıştır. Padişah yedi,

 sadrazam beş, vezirler üç, beylerbeyi iki sancak beyleri ise bir tuğ sahibiydiler.

II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Arması

Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lügati’t-Türk adlı eserinde, savaşta hanın yanında çalınan kös veya

 davul olarak mana verdiği tuğ, genel olarak kumaş veya atkuyruğundan yapılmış bayrak anlamı

 taşımaktadır.

Hemen hemen bütün Türk boylarında görülen kumaştan yapılmış bayrakların üzerinde bulunan 

şahin, kurt başı, hilal ve ay yıldız gibi şekiller birer arma hüviyetindedir. Sultan II. Mahmud 

zamanında ilk olarak tanzim edilen Osmanlı Arması Sultan Abdülmecid ve Sultan II. Abdülhamid

 zamanlarında yeniden düzenlenerek “Osmanlı Arması” ihdâs edimlş ve kullanımı

 yaygınlaştırılmıştır. Bu armalar inşa edilen bazı binalara naşk edildiği gibi 1914’de Londra’da

 basılan 1 kuruşluk pulların üstüne de tab edilmiştir. Sultan II. Abdülhamid zamanında son şekli

 almış olan Osmanlı armasının muhteviyatı şöyledir:

Armanın göbeğini beyzî (oval) şeklinde olan ve “kalkan” tabir edilen bir şekil teşkil eder.

 Ortasında bir gül motifi vardır. Etrafına “Abdülhamid Han Melikü’Devleti’l Osmâniye el Müstenid

 Bi Tevfîkâti’r Rabbaniye” ibaresi yazılmıştır.


II. Abdülhamid'in kendi hususi arması

Beyzî şeklin yüzünde iki hilal, on altı yıldız, üstünde sorguçlu bir kavuk, iki yanında biri kırmızı
 (Türk bayrağı) biri yeşil (Hilafet sancağı) ay yıldızlı iki bayrak, bayrakların üzerinde birer mızrak
 ve armanın üst tarafını teşkil eden güneş şualarının ortasında padişah tuğrası bulunmaktadır.

Sol tarafta sengü, teber (balta) tabanca çiçekler küçük bir topuza asılı terazi, terazinin altında iki
 kitap; sağ tarafta iki teber, bir mızrak, iki kılıç, bir top ve bir kalkan bulunmaktadır.

Beyzî şeklin altında ikinci bir küçük arma iki ok, bir sadak ( ok torbası ) ve meşale vardır.
 Armanın en altında motiflere asılmış beş nişan bulunur.
Saltanatın ilgası ve cumhuriyetin ilanı ile Osmanlı arması da kaldırılmıştır. 1927 yılında açılan bir

 müsabakayla “Türkiye Arması” tesisi cihetine gidilmiş, ancak birinci gelen Namık İsmail’in 

arması resimleştirilmemiştir.

(Tarih ve medeniyet dergisi)

Osmanlı tarihi

VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. 
Tıkandı baba, çay getir. Tıkandı baba, oralet getir. Vb
Bu durum Sultan Mahmut un dikkatini çekmiş.
Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba
Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden " Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı baba nın anlattıkları Sultan Mahmut un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;
Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Sultan Mahmut un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış , bakmış baklava nefis. " Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya:
Taze baklava, güzel baklava ! Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelirmi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi
Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş. Tıkandı baba da Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut ;
Bizim Tıkandı baba ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan;
Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
Geldi sultanım
Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağolasınız, duacınızım.
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş.
Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş;
Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
Alın bu adamı Üsküdar ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar a götürmüşler.
Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,
Niçin, demiş. Askerler
Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
Ne olacak şimdi, demiş
Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
           "VERMEYİNCE MABUD,
        NEYLESİN SULTAN MAHM

28 Nisan 2013 Pazar

ADALETLİ OLMAK



Adaletiyle halkın sevgisini kazanmış bir hükümdar, adamlarıyla birlikte ülkesini dolaşıyormuş.
Seyahati sırasında bir ara,

ıssız ve dağlık bir araziye gelmişler.Görünürde küçük bir çoban kulübesi bile yokmuş.Bu sırada hükümdarın aşçısı,

huzuruna gelerek üzüntüyle sızlanmış:

” Sultanım, size en güzel yemekleri yapmak için yanızdayım, ama erzak yükümüzde bir tutam bile tuz kalmadı.Tuzsuz

ne yemeğin, ne de ekmeğin tadı olur!Ben şimdi ne yapacağım?”

Sultan cevap vermiş:

”En yakın köye git. Orada tuz satan bir tüccar bul.Fakat sadece hakkı olan fiyatı öde;fazladan tek kuruş verme!”

Aşçı hayret içinde hükümdara bakmış ve şu sözlerine engel olamamış:

” Sultanım! Siz ki bu dünyada herkesten fazla hazineye sahipsiniz. Tuza birkaç kuruş fazla ödeseniz ne çıkar?

O fazlalık sizin hazinenizden ne eksiltir?”

Hükümdarın cevabı, tahta geçtiğinden beri ülkede hüküm süren adaletli yönetiminin de özeti gibiymiş:

”Sen büyük haksızlıkların nasıl meydana geldiğini sanıyorsun?Dünyada herkesin şikayet ettiği büyük haksızlıklara,

işte böyle küçük haksızlıklar yol açıyor.

Küçük şeyler, sonuçta bir göl çukurunu dolduran su damlalarına benzer.Dünya ilk kurulduğunda haksızlık bir tutamdı.

İnsanlar ” Küçük haksızlıklardan ne çıkar? ” diye diye onu bu kadar büyülttüler.O yüzden, insan küçüte olsa,

büyük de olsa,ne haksızlık etmeli, ne de haksızlığa razı olmalı.

Şimdi git ve tuzu hakkı olan fiyattan al da gel! ” 
Tek Hece
Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü,
Bir gül için can evinden tutuştu,
Yüreğime Toroslar'dan çığ düştü,
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı,
Benimle değişti talihi, bahtı,
Yerle bir eyledim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi,
Lokman Hekim bulamadı çaremi,
Aslı için kül eyledim Kerem'i,
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di,
Hatrım için yüce dağlar delindi,
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi,
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm,
Yunus'umla öfkeleri dindirdim,
Günahımla çok ocaklar söndürdüm,
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Benim için yaratıldı Muhammed,
Benim için yağdırıldı o rahmet,
Evliyanın sözündeki muhabbet,
Embiyanın yüzündeki nur benim...

Kimsesizim, hısmımda yok hasmım da,
Görünmezim, cismimde yok resmim de,
Dil üzmezim, tek hece var ismim de,
Barınağım gönül denen yer benim...

Benim adım aşk.
 
Cemal Safi

SELAHADDİN EYYUBİ

Selahaddin Eyyubi  (1138 - 1193)
Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarı. Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.
Babası Necmeddin Eyyub, Selçuklu emiri İmadeddin Zengi’nin hizmetinde görevliydi. Baalbek ve Şam’da büyüyen Salaheddin iyi bir din eğitimi aldı. Askeri yaşamı Zengi’nin oğlu ve ardılı Emir Nureddin’in komutanlarından, amcası Asadeddin Şirkuh’un hizmetine girmesiyle başladı. Şirkuh’un, Mısır’ın I. Haçlı Seferi sonucunda kurulan Latin-Hıristiyan devletlerinin eline geçmesini önlemek amacıyla düzenlediği üç sefer sırasında, Kudüs’ün Latin kralı I. Amalricus, Mısır’ın Fatımi halifesinin güçlü veziri Şavar ve Şirkuh arasında karşılıklı bir mücadele gelişmişti. Salaheddin Şirkuh’un ölümünden ve Şavar’ın öldürülmesinden sonra, henüz 31 yaşındayken hem Suriye birliklerinin komutanlığına, hem de melik unvanıyla Mısır vezirliğine atandı (1169).
1171’de Mısır’da Şii Fatımi halifeliğine son vererek Sünniliğe dönüldüğünü ilan eden Salaheddin Eyyubi böylece Mısır’ın tek yöneticisi durumuna geldi. Bir süre için kağıt üzerinde Emir Nureddin’in vasalı olarak kaldıysa da bu ilişki Suriye emirinin 1174’te ölmesiyle sona erdi. Mısır’daki zengin tarım topraklarını mali dayanak olarak kullanan Salaheddin, Nureddin’in çocuk yaştaki oğlu adına naiplik talebinde bulunmak üzere küçük, ama çok disiplinli bir orduyla Suriye’ye hareket etti. Ama çok geçmeden bu talebinden vazgeçerek, 1174’ten 1186’ya değin Suriye, Kuzey Mezopotamya, Filistin ve Mısır’daki tüm Müslüman topraklarını kendi bayrağı altında birleştirmeye girişti. Zamanla sahtekarlık, ahlaksızlık ve gaddarlıktan uzak, cömert, erdemli, ama kararlı bir hükümdar olarak ünlendi. O zamana değin iç çekişmeler ve yoğun rekabet yüzünden Haçlılara direnmede güçlük çeken Müslümanların maddi ve manevi açıdan güçlenmelini sağladı.
Salaheddin, yeni ya da gelişmiş askeri teknikler kullanmak yerine, çok sayıdaki düzensiz kuvvetleri birleştirip disiplin altına alarak askeri güç dengesini de kendi lehine çevirmeyi başardı. 1187’de bütün gücüyle, Latin Haçlı krallıklarına yöneldi. Düşmanlarının tümüyle yoksun olduğu komuta yeteneğiyle 4 Temmuz 1187’de tükenmiş ve susuzluktan bitkin düşmüş bir Haçlı ordusunu, Kuzey Filistin’de Taberiye yakınındaki Hattin’de sıkıştırdı ve bir hamlede yok etti. Haçlıların verdiği kayıpların büyüklüğü Müslümanların Kudüs Krallığı’nın neredeyse tümünü ele geçirmesini sağladı. Akka, Betrun, Beyrut, Sayda, Nasıra, Caesarea, Nablus, Yafa ve Aşkelon üç ay içinde düştü. Salaheddin Haçlılara en büyük darbesini ise 88 yıl Frankların elinde kalan Kudüs’ü 2 Ekim 1187’de teslim alarak indirdi.
Salaheddin’in başarısına düşen tek gölge Sur’un ele geçirilmemesiydi. 1189’da Haçlı işgali altında yalnızca üç kent kalmış, ama sağ kalan dağınık Hıristiyanlar zorlu bir kıyı kalesi olan Sur’da toplanarak Latin karşı saldırısının çıkış noktasını oluşturmuşlardı. Kudüs’ün düşmesiyle derinden sarsılan Batılılar yeni bir Haçlı seferi çağrısında bulundu. III. Haçlı Seferi çok sayıda büyük soylu ve ünlü şövalyenin yanı sıra, üç ülkenin krallarını da savaş alanına çekti.
III. Haçlı Seferi uzun ve tüketici oldu. I. Richard (Aslan Yürekli) tartışmasız askeri dehasına karşın hiçbir sonuca ulaşamadı. Haçlılar Doğu Akdeniz’de ancak güvensiz bir toprak parçasına tutunabildiler. Kral Richard Ekim 1192’de dönüş için yelken açtığında savaş sona ermişti. Salaheddin başkent Şam’a çekildi. Uzun seferler ve at üstünde geçen günlerden sonra çok yaşamadı. Akrabaları imparatorluğu paylaşırken, arkadaşları Müslüman dünyasının en güçlü ve en eli açık hükümdarının, mezarını yaptırmaya yetecek para bırakmadığını gördüler. 


muhteşem sözler....


Osmanlı Savaş Taktiği


Osmanlı Türklerinin, yükseliş çağlarında, XVI. asırlarda kazandıkları savaşların gerçekçi bir açıklaması yapılmış değildir. Türk ordusunun, çok defa kendinden kala­balık bağlaşık Avrupa ordularını yendiğini yazan tarihler, bu zaferleri, Türk asker­lerinin kahramanlığının ötesinde bir açıklamaya bağlamak lüzumunu duymamış­lardır. Hâlbuki Osmanlı Cihan İmparatorluğunun kurulmasını sağlayan bu zafer­lerin sırları, sanıldığından daha girifttir.
Osmanlı Türkleri’nin yükseliş çağlarında bir savaşın, önce siyasî hazırlığı yapı­lırdı. Savaşılacak devlet ve çok defa devletlerin jeopolitik durumları göz önüne alınır, bağlaşıklarından ayrılmaya çalışılır, büyük bir diplomatik gayret sarfedilirdi. Bu, çok dikkat ve incelik isteyen bir işti. Çünkü Türkiye İmparatorluğu ba­zen, Fâtih Sultan Mehmed zamanında olduğu gibi, 20 küsur devletle birden savaş halinde bulunurdu.
Savaşılacak kuvvetlerin hesabı iyice yapıldıktan sonra, Türk ordusuna savaşa hazırlama çalışmaları başlardı. Türk ordusu, daima savaşa hazır, meslekleri as­kerlik olan bir kitleden müteşekkil bir kuruluştu. Ancak orduyu, toplamak ve savaş alanlarına götürmek meseleleri önemliydi. Ne kadar kuvvetin ne zaman ve nerede yığınak yapacağı ve hangi yolların geçileceği kararlaştırılırdı. Bu yolların hangi konaklarında ne miktar yiyecek, yem ve cephane bulundurulmak icap edeceği he­saplanır, oraların sancak ve alay beylerine, kadı ve naiplerine emirler gönderilirdi. Yol üzerindeki depoların mevcudu öğrenilirdi.
Geçilecek yolların durumu, köprüle­rin vaziyeti, ne kadar zamanda ne kadar kuvveti geçirebileceği incelenirdi. Çok defa ordu yürüyüşe geçmeden önce yollar, son bir bakım ve kontrolden daha geçiri­lirdi.
Seferin nereye yapılacağı çok defa aylarca önce beylerbeyi ve sancak beyleri­ne bildirilir, fakat bazen de son âna kadar gizli tutulurdu. Meselâ Fatih, seferin nereye olduğunu gizli tutardı. Akkoyunlular’a karşı Otlukbeli savaşının hazırlıkla­rının hangi devlete karşı yapıldığı, padişahtan başka herkesin meçhulüydü. Trab­zon İmparatorluğuna karşı seferinde de böyle yapmış ve düşmanı pek gafil av­lamıştı. Nitekim son çıktığı seferin nereye olduğuna, günümüze kadar tarihçiler karar verememişlerdir. Çünkü seferin daha başında Fatih, ölmüştü.
Yavuz da. Mı­sır seferine çıkarken, İran üzerinde gidildiği propagandasını yaptırmıştır. Sultan İb­rahim zamanında, Girit seferine giden Türk Donanması. Malta’ya gidiyor sanılı­yordu. Girit sularına iyice yaklaşırken Kapdân-ı Derya Yusuf Paşa, padişahın mühürlü hattı hümâyûnunu açmış, amiraller, seferin Girit üzerine olduğunu öğ­renmişlerdi. Bu gizlilik, yabancı haber alma teşkilâtlarına karşıydı. Türklerin Av­rupa’da son derece mükemmel bir haberalma teşkilâtı olduğu gibi. Avrupalıların da Türkiye’de aynı işi gören casusları vardı. Fakat Türk haber alması, çok üstün­dü. Avrupa devletlerinin son durumlarını, bütün teferruatıyle Divân-ı Hümâyûn’a, yani hükümete bildirirdi.
Ordu birliklerini toplamaya memur komutanların sorumluluğu büyüktü. Bir tek gün kaybı için başı kesilen komutanlar vardır. Yıldırım Bâyezid, Niğbolu savaşı için 43 günde yığınak yapmıştır ki, o çağ Avrupa’sının aklının alamayacağı bir şey­di. Yığınak alanları, her ihtimal göz önünde bulundurularak seçilirdi. Yığınak alanı çok da emniyetli sayılsa, gene bütün ihtiyat ve korunma tedbirleri ihmal edilmez­di. Yığınak yapan birlikler, derece derece birbirine bağlıydı. Yığınak bitmeden, sa­vaş kabul edilmezdi.
Sonraki asırlarda yığınak bitmeden savaşı kabul eden birkaç Türk komutanı yenilmiştir. Türk ordusu normal olarak 20 – 25 kilometre yürürdü. Aynı çağda Avrupa birliklerinin günlük ortalama yürüyüşü ise ancak 10 kilometre idi. Bu hususiyet, bütün manevra ve teşebbüs kabiliyetinin Türklerin tarafında olması demekti.
Türk ordusunun vasıflarına sahip bir ordu, düşman pek üstün olduğu taktirde, daima zafer kazanacak bir orduydu. Avrupalılar’ın XVI. yüzyıl strateji kaideleri “toplanmak, yavaş ve az yürümek uygun yerde durup beklemek”ti. Türklerin strateji kaideleri ise şimdiki kaidelere daha uygun olup “çabuk toplanmak, mümküm olabilen hızla yürümek, düşmanı hemen yakalayıp yok etmek”ten ibaretti. Düşman henüz birleşmemişse, parça parça yok edilmesine çalışılırdı.
Temsili - İstanbul kuşatmasına Edirne'den yürüyüş
Türk ordusu, savaş alanında dört bölüme ayrılırdı. Merkez sağ ve sol kanatlarla ihtiyat. İhtiyat birliklerine çok önem verilirdi. Düşman büyük  Türk ihtiyatını yok sanarak Türk saflarına iyice dalınca, çok üstün olan Türk toplarıyla yıpratılır, sonra merkezde bulunan padişahın veya “sardar-ı ekrem” denilen başkomutanın emriyle ihtiyat kuvvetleri işe karışırdı.
ihtiyat kuvvetleri son anda işe karışınca, başkomutan iki kanadı bir kıskaç gibi kapatarak düşmanı yok ederdi. Türk başkomutanı ordunun bütün birliklerine hakimdi. Emirleri dakikası dakikasına yerine getirilir, birliklerini dama taşı gibi oynatır bütün komutanlarını tanırdı. Türk ordusunun en büyük üstünlüklerinden birisi de bu hususiyetti. Çünkü Avrupa orduları, birleşik kuvvetler dilleri, milliyetleri, hükümdarları, komutanları ayrı birlikler hâlinde Türk ordusunun karşısına çıkıyordu. Her komutan ancak kendi birliğine söz geçirebiliyor, başkomutan ünvanını taşıyan Avrupa hükümdarının iktidarı, doğrudan doğruya kendine bağlı kuv­vetlerden öteye gidemiyordu.
Asrımıza kadar İngiliz ordusunda olduğu gibi, Türk ordusunda da askerlik, bir meslekti. Yani savaş çıkınca asker toplanmaz, bu işi meslek seçmiş ve devletçe belirli yerlere yerleştirilmiş maaşlı veya tımarlı muharipler toplanırdı. Sulh zamanında talim ve terbiye çok sıkı tutulurdu. Türk silâhları, daima en modern silahlardı. En küçük yıpranmada değiştirilir, yenileri verilirdi. Bu işle “cebeci” sınıfı uğraşırdı. Nihayet Osmanlı Türk İmparatorluğunun bitmek tükenmek bilmeyen mâlî ve iktisadî kaynakları, en büyük ve mükemmel ordu ve donanmaları en iyi şekilde savaş alanına götürebilecek güç ve kudretteydi.
Osmanlı Türklerinin yükselme çağlarında yaptıkları savaşlar, XVIII. ve XIX. asırlarda Büyük Friedrich, Napoleon gibi büyük Avrupalı komutanların yaptıkları savaşlardan gerek alınan sonuçlar, gerek savaşa katılan kuvvetlerin sayısı bakımından çok daha büyük ve önemlidir.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Su Kasidesi

Su Kasidesi
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su

(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan
su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda
vermez.)

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su

(Şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa
gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök
kubbeyi kaplamıştır, bilemem..)

Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su

(Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden
benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim
akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana
getirir.)

Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su

(Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim
yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen
kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.)

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su

(Bahçıvan gül bahçesini sele versin (su ile
mahvetsin), boşuna yorulmasın; çünkü bin gül bahçesine
su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)

Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su

(Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi,
gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar
uğraşsa yine de) gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki
tüylere benzetemez. )

Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n'ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su

(Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim
ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek
dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.)

Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su

(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan
bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su
vermek hayırlı bir iştir.)

İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su

(Gönül! Onun ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste
ve onun ayrılığında duyduğum hararetimi yatıştır,
söndür. Susuzum bu defa da benim için su ara.)

Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su

(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su
içmek hoş geliyorsa, ben senin dudağını özlüyorum,
sofular da kevser istiyorlar.)

Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su

(Su, her zaman senin Cennet misâli mahallenin
bahçesine doğru akar. Galiba o hoş yürüyüşlü, hoş
salınışlı; serviyi andıran sevgiliye aşık olmuş.)

Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su

(Topraktan bir set olup su yolunu o mahalleden
kesmeliyim, çünkü su benim rakibimdir, onu o yere
bırakamam.)

Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su

(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla
sevgiliye su sunun.)

Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su

(Servi kumrunun yalvarmasından dolayı dikbaşlılık
ediyor. Onu ancak suyun eteğini tutup ayağına düşmesi
(yalvarıp aracı olması bu dikbaşlılığından)
kurtarabilir.)

İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su

(Gül fidanı bir hile ile (meşhur gül ve bülbül
efsanesindeki gibi yine) bülbülün kanını içmek
istiyor; bunu engelleyebilmek için suyun gül
dallarının damarlarına girerek gül ağacının mizacını
değiştirmesi gerekir.)

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr'a su

(Su Hz. Muhammed'in (s.a.v) yoluna uymuş (ve bu hâli
ile) dünya halkına temiz yaratılışını açıkça
göstermiştir.)

Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su

(İnsanların efendisi, seçme inci denizi (olan Hz.
Muhammed'in s.a.v) mucizeleri kötülerin ateşine su
serpmiştir.)

Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu'cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su

(Katı taş, Peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını
tazelemek için (ve onun) mucizesinden dolayı su
meydana çıkarmıştır.)

Mu'cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su

(Hz. Peygamberimiz'in mûcizeleri dünyada uçsuz
bucaksız bir deniz gibi imiş ki, ondan (o
mucizelerden), ateşe tapan kâfirlerin binlerce
mâbedine su ulaşmış ve onları söndürmüştür.)

Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr'a su

(Mihnet günü Ensâr'a parmağından su verdiğini (bir
mucize olarak parmağından su akıttığını) kim işitse
hayret ile (şaşa kalarak) parmağını ısırır.)

Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su

(Dostu yılan zehri içse (bu zehir onun dostu için) âb-
ı hayat olur. Aksine düşmanı da su içse (o su,
düşmanına) elbette yılan zehrine döner.)

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su

(Abdest (almak) için el uzatıp gül (gibi olan)
yanaklarına su vurunca (sıçrayan) her bir su
damlasından binlerce rahmet denizi dalgalanmıştır.)

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su

(Su ayağının toprağına ulaşayım diye başını taştan
taşa vurarak ömürler boyu, durmaksızın başıboş gezer.)

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su

(Su, onun eşiğinin toprağına zerrecikler halinde ışık
salmak (orayı aydınlatmak) ister. Eğer parça parça da
olsa o eşikten dönmez.)

Zikr-i na'tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su

(Sarhoşlar içkiden sonra gelen bat adrysını gidermek
için nasıl su içerlerse, günahkârlar da senin na'tının
zikrini dillerinde tekrarlamayı (dertlerine)
derman bilirler.)

Yâ Habîballah yâ Hayre'l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su

(Ey Allah'ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı!
Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp
dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)

Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc'da
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su

(Sen o kerâmet denizisin ki mi'râc gecesinde feyzinin
çiyleri sabit yıldızlara ve gezegenlere su ulaştırmış.)

Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su

(Kabrini yenileyen (tamir eden) mimara su lazım olsa,
güneş çeşmesinden her an bol bol saf, tatlı ve güzel
su iner.)

Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su

(Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış,
(ama) o ateşe, senin ihsan bulutunun su serpeceğinden
ümitliyim.)

Yümn-i na'tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü'lü şeh-vâra su

(Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî'nin (alelâde)
sözleri, nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su
(damlası) gibi birer inci olmuştur.)

Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su

(Kıyamet günü olduğu zaman, gaflet uykusundan uyanan
düşkün (yahut aşık) göz, (sana duyduğu) hasretten su
(gözyaşı) döktüğü zaman,)

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su

(O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat
çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını
ummaktayım.)
 
Şair Fuzuli

MONA ROZA



Sezai karakoç bir kıza aşık olur,ama bunu ne o kıza ne de başka birine anlatabilir.kız bi şeylerin farkındadır ama emin değildir.en yakın arkadaşı sezai karakoç'un şiire olan merakını biliyordur ve bir davete katılması için ısrar eder.o da kıramaz ve katılır.programı sunan da o arkadaşıdır.gecenin sonuna doğru söze başlayan arkadaşı,aralarında da güzel şiirler yazan birinin olduğunu söyler ve sezai karakoç'u sahneye davet eder.sıkıla sıkıla çıkar karakoç ve mona rozayı okumaya başlar.kız da ordadır ve nişanlanmıştır.emindir artık emin olamadıklarından.bakışırlar bir süre,sonra karakoç daha fazla dayanamaz ve koşarak sahneyi terkeder.kız arkasından koşar hemen.yetişir karakoç'a.parmağındaki yüzüğü göstererek der ki; "bir tek sözüne bakar,çıkarıp atarım".sezai karakoç da "artık senin aşkın benimkine yetişemez" der. o gece kız intihar eder.Sezai Karakoç hala evlenmemiştir..
MONA ROZA 
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar



Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...


Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi


Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların


Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona


Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları


Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza



Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı



Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

NOT: Dörtlüklerin Baş Harflerinden Kızın Adı Çıkmaktadır...

Osmanlı Padişahlarının söylediği güzel sözler

Osmanlı Padişahlarının söylediği güzel sözler

Fatih sultan Mehmet'in sözleri

Eğer Padişah Ben İsem, Size Emrediyorum. Gelip Ordunun Başına Geçin. Eğer Padişah Siz İseniz, Gelip Devletinizi Düşmanlara Karşı Savunun.

* İmparatorunuza Söyleyin. Şimdi ki Osmanlı Padişahı Öncekilere Benzemez. Benim Gücümün Ulaştığı Yerlere, Sizin İmparatorunuzun Hayalleri Bile Ulaşamaz.

* Ya Ben Bizans'ı Alırım; Ya da Bizans Beni.

* Fatih Olmasaydım Ulubatlı Hasan Olmak İsterdim

* Yapmak İstediğimi Sakalımın Bir Teli Bile Bilseydi, Sakalımın O Telini Hemen Koparır ve Yakardım

* Bu Dünya Ölümlüdür. Her Fani Gibi Bende Ölümü Tadacağım.

* Dünya Devleti Ebedi Değildir. Fani Cihanda Hiç Kimse de Ölümsüz Değildir. İnsanların Dünyada Nefesleri Sayılıdır ve Ölümsüzlük Kapısı Kapalıdır.

* Hayatım Boyunca ALLAH'ın Emirlerinden Dışarı Çıkmadım. ALLAH'ın Rızasını Kazanmak İçin Uğraştım. Tek Gayem Bu İdi.

* Şeyhim Akşemseddin Hazretleri İle Beraber Yaptığım Zikrin Lezzetine Dünyaları Bile Değişmem. Eğer Şeyhim İzin Verseydi Zikir Yolunu Tercih Eder, Saltanatı Terk Ederdim

Fatih Sultan Mehmed'in Yazdığı Gazellerden Bir Örnek :

" İmtisal-i Cahidü fi'llah olubdur niyyetüm
Din-i İslam'un Mücerred Gayretidür Gayretüm

Fazl-ı Hakk u Himmet-i Cünd-i Ricaullah İle
Ehl-i Küfri Serteser Kahreylemekdür Niyyetüm

Enbiya Vü Evliyaya İstinadum Var Benüm
Lütf-i Hakk'dandur Heman Ümmid-i Feth ü Nusretüm

Nefs ü Mal İle N'ola Kılsam Cihanda İctihad
Hamdülillah Var Gazaya Sadhezaran Rağbetüm

Ey Muhammed Mücizat-ı Ahmed-i Muhtar İle
Umarum Galib Ola A'da-yı Dine Devletüm "

Gazelin Günümüz Türkçesine Çevrilmiş Şekli :

" ALLAH Yolunda Şavaşmaktır Niyetim
İslam Dininin Yanlızca Yücelmesidir Gayretim

ALLAH'ın ve Evliya Ordusunun Yardımıyla
Küfür Ehlini Baştan Başa Kahreylemek Niyetim

Peygamberlere ve Velilere Dayanmışlığım Var Benim
ALLAH'ın Lütfundandır Fetih Ümidim ve Kuvvetim

Benliğimi ve Malımı Dünyada Feda Etsem Ne Olur ?
ALLAH'a Hamd Olsun, Var ALLAH Yolunda Savaşmaya Yüzbin Rağbetim

Ey Mehmed ! Ahmed-i Muhtar'ın Mucizeleriyle
Umarım Galip Olur Din Düşmanlarına Devletim "




Yavuz Sultan Selim

Devletleri yıkan tüm hatanın altında nice gururun gafleti yatar. 





Kanuni Sultan Süleymanın sözleri
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.

Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.

Saltanat dedikleri bir cihân kavgasıdır.

Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi.



II. Abdulhamid'in Söylediği Bazı Sözler

1. Beni evhamlı sanıyorlardı HAYIR!
2. Ben sadece gafil değildim, o kadar.
3. Kırk yıl şu devletlerin birbirine düşmesini bekledim. onlar birbirlerine düştü, şimdi ben tahtta değilim.
4. Tarih değil,hatalar tekerrür ediyor!
5. Düşamının kurtuluş reçetesi öldürmek içindir.Esaretin bir çeşiide borçlandırmadır.
6. Millet birbirini kırıp geçireceğine bırakın beni öldürsün.
7. Savaş yalnız sınırlarda olmaz .Savaş bir milletin topyekün ateşe girmesidir.Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi,yenilgi kaderdir.
8. Ben bir karış dahi olsa vatan toprağını satmam,zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir!
9. Filistin'in kendilerine satılması karşılığında Osmanlı'nın bütün borçlarını tasfiye etmeyi taahhüt eden Yahudilerin önderi Theodore Herzl'a
10. Bizi yükselten dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır.
11. İcabı halinde donanmayı kaybetmemek için canımı vermeye hazırım.
12. Ha kendi evlatlarım,ha millet farkı yoktur.

26 Nisan 2013 Cuma

TÜRK ADI NEREDEN GELİYOR

Türk Milleti'nin tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir; Türkler binlerce yıldan beri tarih sahnesinde yer almaktadırlar. Bu durum, bilim adamlarının dikkatini çekmiş ve onları Türk kelimesinin kökenini araştırmaya yöneltmiştir. Türk adının kaynağını bulmak amacıyla yapılan araştırmaların sonuçlarına dayanarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi uzmanlara göre, Türk adına ilk defa MÖ 14. yüzyılda "Tik" veya "Tikler" şeklinde rastlanılmıştır. Bazı uzmanlar ise bu adın MÖ 14. yy.dan önce de var olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Türkler'in binlerce senelik geçmişi göz önünde bulundurularak, Türk adının nereden geldiğine ilişkin birçok iddia ortaya atılmıştır.
Türkler'in eski dönemlerine ilişkin bilgilerin kökeni çoğunlukla Çin tarihine dayanmaktadır. Çinli tarihçiler MÖ 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsetmektedirler. Bununla birlikte, eski Çin kaynaklarındaki Türk hükümdarlarının ve devletlerinin adları Çince yazılıdır. Bunların Türkçe karşılıkları tam anlamıyla bilinmemektedir. Profesör Erol Güngör'ün deyişiyle, "Bizim atalarımız o çağda "Türk" adıyla anılmıyordu. "Türk" kelimesi bugün bir milletin adıdır ama atalarımız o zaman henüz bir millet halinde değildi. Boy ve aşiretler halinde yaşıyorlardı ve her aşiretin ayrı bir adı vardı."
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS 6. yüzyılda kurulan Göktürk milleti ile olmuştur. Orhun kitabelerinde yer alan "Türk" adı daha çok "Türük" şeklinde gösterilmiştir. Yani, Türk kelimesini ilk defa resmi olarak kullanan siyasi teşekkül Gök-Türk İmparatorluğu olmuştur. Göktürkler'in ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, daha sonra Türk Milleti'ni ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
Çin İmparatoru MS 585 yılında, Gök-Türk Kağanı İşbara'ya gönderdiği mektupta "Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmiştir. İşbara Kağan'ın Çin İmparatoru'na cevabi mesajında da "Türk Milleti'nin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti" ifadesine yer verilmiştir. Bunlar Türk adını resmileştiren olaylar olarak tarihe geçmiştir.
Göktürk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" şeklinde geçmektedir. Türk Budun, Türk Milleti anlamındadır. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade siyasi bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Türk kelimesinin anlamı üzerinde de çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
Çin kaynaklarında "Tu-küe (Türk)" miğfer olarak yorumlanmakta; İslam kaynaklarında ses benzeşmesine dayanarak terk edilmekte, olgunluk çağı şeklinde değerlendirilmektedir.
Arminius Vambery'nin 19. yüzyılda yazdığı eserlerinde belirttiğine göre, Türk kelimesi "türemek"ten gelmektedir.

Ünlü Alman Türkolog Albert von Le Coq, Türk deyişinin "güç-kuvvet" anlamı taşıdığını ileri sürmüştür.
Bu konudaki diğer çalışmalara göre, Türk kelimesi, "Altaylı (Ceyhun ötesi Turanlı)" kavimlerini tanımlamak üzere 420'li yıllardaki bir Pers metninde görülmektedir. Yine 515'de, "Türk-Hun" (Kudretli Hun) tabirinin de geçtiği bilinmektedir. İran kaynaklarında Türk kelimesinin "güzel insan" karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir.

9. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud, "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini" belirtmiş; "gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha vurgulamıştır. Türk kelimesinin "güçlü-kuvvetli" anlamına geldiği, bugün neredeyse bütün tarihçiler tarafından kabul görmüştür.

Türk Yurdu
Günümüzde sayıları 350 milyonu aşan ve oldukça geniş bir bölgeye yayılmış olan Türkler'in ilk ana yurdunu tespit edebilmek için geniş araştırmalar yapılmıştır. Çeşitli alanlarda, farklı uzman ve bilim adamlarınca yapılan çalışmalar sonucunda her alanda farklı iddialar gündeme gelmiştir. Böylece ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır:

Tarihçiler, Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağları'nın; etnologlar, İç Asya'nın kuzey bölgelerinin; dil araştırmacıları, Altaylar'ın veya Kingan Dağları'nın doğu ve batısının; kültür tarihçileri, Altay-Kırgız Bozkırları arasının; sanat tarihçileri, Kuzeybatı Asya sahasının; antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasının ilk Türk ana yurdu olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu konudaki araştırmalara göz attığımızda, Türkler'in ilk ana vatanlarının kesin sınırlarını çizmenin mümkün olmadığı görülür. Bunun asıl nedeni Türkler'in ilk zamanlardan itibaren oldukça geniş bir alana yayılmalarıdır. Son yıllarda yapılan dil araştırmaları göz önüne alındığında, ilk Türk yurdunun "Altay Dağları'ndan Urallar'a kadar uzanan, Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından Tanrı Dağları'nı kapsayan çok geniş bir bölge" olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, tarihin akışı içerisinde, ana yurtlarından çok uzak mesafelere göç ederek geniş bir coğrafi alana yayılmış; bugün Balkanlar'dan Çin Seddi'ne, Sibirya Bozkırları'ndan Horasan, Afganistan, Tibet'e kadar olan bölgeleri yurt edinmişlerdir.

Günümüzde özgürlük ve eşitliğin öncülüğünü yaptıklarını iddia edenler bilmelidir ki, insan hak ve hürriyetlerinin gerçek anlamdaki ilk uygulayıcısı Türkler olmuştur. Türkler tarafından kurulan devletlerde din, dil ve ırk ayrılığı gözetilmeksizin herkese eşit davranılmıştır. Profesör Hakkı Dursun Yıldız bu gerçeği, "Bütün tarih boyunca Türkler'de din, dil ve ırk ayrılığı sebebiyle Amerika ve Avrupa'da her zaman rastlanan bir katliama, işkenceye ve hakların elinden alınmasına kesinlikle rastlanmamaktadır" şeklinde ifade etmiştir.

Dikkat çekici bir nokta, eski Türk kavimlerinde, kadınların erkeklerle neredeyse eşit haklara sahip olmalarıydı. Türk kadınları toplum hayatının hemen her aşamasında görev alırlar; yeri geldiğinde savaşmaktan çekinmezlerdi.
Sakarya Türküsü

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! ..

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

(1949)
 

Necip Fazıl Kısakürek

DOLAP NİÇİN İNİLERSİN

Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevlaya aşık oldum
Anın için inilerim

Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş çalap
Derdim vardır inilerim

Beni bir dağda buldular
Kolum kanadım yoldular
Dolaba layık gördüler
Derdim var inilerim

Ben bir dağın ağacıyım
Ne tatlıyım ne acıyım
Ben mevlaya duacıyım
Derdim vardır inilerim

Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Derdim var inilerim

Dülgerler her yanım yondu
Her azam yerine kondu
Bu iniltim Haktan geldi
Derdim vardır inilerim

Suyum alçaktan çekerim
Dönüp yükseğe dökerim
Görün ben neler çekerim
Derdim vardır inilerim

Yunus bunda gelen gülmez
Kişi muradına ermez
Bu fanide kimse kalmaz
Derdim var inilerim
Yazar : Yunus Emre

Şehitlerimize...

Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;
'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.
Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
 
Mehmet Akif Ersoy